Astypalaia notları


Geçen yazıda Bodrum’dan çıkışımızı, Vathi’ye varışımızı ve ertesi gün Kalymnos’un ana limanı Pothia’ya girişimizi yazmıştım. Kalymnos’tan güneş doğduktan kısa bir süre sonra ayrılmıştık. Yazının sonunda anlattığım gibi, hiç beklediğimiz gibi bir rüzgar olmadı. Hatta hiç olmadı desem yeridir, saatlerce 3-5 knot esen, kaba dalgalı Ege’de otopilotla seyir yaptık. Bir ara ekip havuzlukta derin uykuya daldı, ben de bir şeyler okudum, iPad ile ilgilendim. Benden başka uyanık tek canlı bizimle beraber Kalymnos’tan beri gelen karasinekti. Sonra anladım ki o da derin uykuda, üstüne gelen serpintiden kılı kıpırdamadı. Bu bölge kuvvetli meltemleri ile bilinir diyordu kitaplar. Ancak meltemlerin başlaması Haziran ayının sonunu buluyor diye de eklemişlerdi. Bize denk gelmedi.


Astypalaia'da yaptığımız seyirler, girdiğimiz koylar


Astypalaia'nın Vathi'si
Her bölgeyi, orayı bilen birine danışmak gerek. Bunu yaparsanız daha iyi koyları bulmanız mümkün. Ancak Astypalaia’da tanıdığım yoktu dolayısıyla okuyarak, araştırarak bir şeyler bulmaya çalıştım. Genellikle kuzey, kuzey-batı veya batıdan esen rüzgar yerine bizim seyrimizde güney-batıdan esiyordu. Bu durumda ilk rotamızda bir değişiklik yapıp, adanın kuzey doğusundaki Vathi koyuna gidelim dedik, rotayı değiştirdik. Bu koy oldukça içeri giren, her havaya kapalı olduğu söylenen bir koy. YouTube’da bazı kanallarda buraya yapılan seyirleri izlemiştim. Denizi cam göbeği renginde, sessiz, sakin bir koy görünüyordu. Normalde kuzeyden veya batıdan gelecek rüzgarda 15 mil kadar oraya tırmanmazdık ama rüzgar tersten esince bunu fırsat bildik ve ilk akşamımızı alargada, Vathi’de geçirmeye karar verdik. Yaklaşık yedi saat seyrin sonunda Vathi’ye girdik. Evet gerçekten güzel bir koydu ancak o kadar kapalı bir koy ki denizi bulanık, çünkü dibi çamur. Rüzgar da iyi esiyordu, ters esen rüzgarı almayacak bir köşesi vardı ama orayı da biz sevmedik. Sonunda ne yapalım deyip demirimizi attık. Hiç birimiz denize girmeyi istemedi çünkü dediğim gibi renk müthiş ama bulanık. Bizim Küfre’nin karaya yakın bölümü gibi. Bilenler bildi.


Sadece keçi, çoban köpeği ve arada horoz sesi vardı



Bizimle birlikte iki tekne daha vardı o kadar. Yine etraftaki tepelerde fink atan keçilerin çan sesleri ve arada havlayan çoban köpeğinin sesi, sessizlikte çınlıyordu. Gerçekten de çok huzurlu bir yerdi, bir restoran gördük, iyi balık yaparmış ama biz sabah erken kalktığımız için ve hava da serin olduğundan botu indirmeyi gözümüz yemedi. Kardeşim Sena’nın yolluk olarak hazırladığı zeytinyağlı dolmaları, kıymalı kol böreklerini yedik ve erkenden yattık. Ben de bir kadeh rakı ile günü bitirdim. Gece rüzgar durdu, battaniyelere sarınıp çok rahat bir uyku çektik.

Sabah erkence kalkıp şahane kahvaltı yaptık. Bodrum pazarından peksimet almıştık. Ayrıca stokta farklı ekmek çeşitleri de vardı ama ben ekmek yemediğim için pek ilgilenmedim. Sadece böyle bir haftadan fazla uzun seyirlerde buğday rejimimi biraz deliyorum. Bu sefer de beş altı sabah avucumun yarısı ebadında peksimet yedim. Atilla ekmeği çok seviyor, meraklı da. Her adada iyi bir fırın bulup ekmek çeşitlerini deniyor. Kalymnos’tan da aldığı ekmekler ortaya çıkınca benim gözüm döndü ama kendimi tuttum.

Vathi bize bekleneni vermedi ve buraya yazayım, eğer Astypalaia’ya gidecek olanlar varsa, Vathi için rotalarını hiç bozmasınlar. Vathi’den demirimizi alıp adanın güneyine, asıl yerleşimin olduğu kıyılara doğru dümen tuttuk. Bu sefer rüzgar bakımından şansımız yaver gitti, on beş mil mesafedeki Maltezana koyuna kadar olan rotada yaklaşık on iki mil kadar iyi yelken yaptık. 

Adanın güney doğu ucunu dönerken




Maltezana koyuna bir adayla karanın yaptığı boğazdan geçerek giriyorsunuz. O boğazı yelkenler açık geçtikten sonra bordalamaya karar verdiğimiz beton iskeleye 100 metre kalana kadar da yelkenleri kapatmadık. Okuduğumuz kitapta beton iskelede yer bulursanız bordalayın ama balıkçıların yerini işgal etmeyin diyordu. İskelenin rüzgar almayan tarafında küçük balıkçı teknelerini görünce, bir motor yattan başka kimsenin bağlanmadığı diğer tarafa yanaştık. Önceleri şıp şıp borda ile iskele arasından vuran deniz bizi iskeleye yasladı ama nasıl olsa duracak dedik, alargaya çıkmadık. Bir iki saate kadar rüzgar önce yön değiştirdi, sonra kesildi. Bu koy Astypalaia ana limanına gelmeden bir kaç koy önce. Girişi adalarla yarı yarıya kapanmış mükemmel bir koy. Deniz kristal. Henüz sezon açılmadığı için sakinliği olağanüstü. 

Maltezena koyundaki beton iskeleye aborda olduk




Havuzlukta otururken yanımıza altmış yaşını geçmiş bir kadın geldi ve bana Yunanca bir şeyler söyledi. İşaret diliyle ve siga siga diyerek yavaş yavaş konuşmasını rica ettim. Arada kelimeleri yakalayarak, gide gele aklımda kalanlarla kadının ne demek istediğini anlamaya çalışıyorum. İngilizce de bilmiyor. Ama kaptırıp, sanki ben anlıyormuşum gibi hızlı konuşmaya başlayınca yine siga siga diye durduruyorum. Sonunda anlaştık tabii. Ege’nin iki yakasında olup anlaşmamak mümkün mü? Lerosluymuş. Kocası ile balıkçılık yapıyormuş. Adı Popy imiş. Kocası oralıymış. Biz Leroslular Türkleri çok severiz ama bunlar sevmez dedi. Kültürlerimiz çok benziyor minvalli konuştuk. Ben dedi evde hep Türk dizilerini seyrediyorum, bazen de DVD geliyor öyle de izliyorum. Dedim fark yok, ben TV seyretmiyorum ama benim evimde de hep Yunan radyosu açık. Şu an da bu yazıyı yazarken yine Yunan radyosu açık mesela. Neyse iyi şanslar diledik o iskelede bağlı olan kocasının yanına döndü. Öğlen Glaros’un içinde yemek yerken dışarıdan “kapitan kapitan!” diye seslenildiğini duydum çıktım, Popy elinde deniz kabuklarıyla bekliyor. Bize hediye etmek istemiş, anladığım kadarıyla şans getirir gibisinden bir şeyler söyledi. Teşekkür ettim, aldım. Tekrar içeri girince ekibe gösterdim kabukları. Gülüşan dedi ki bende bir nazar boncuğu var, ona bir ip takayım biz de onu hediye edelim. Biraz sonra elimde nazar boncuğuyla Popy’nin yanına gittim, boncuğu verdim. Sena da bu anı fotoğrafladı. Tüm bu konuşmalar, kahkahalar sırasında ağ onaran kocası dönüp kalimera demedi. Gerçekten de bu Astypalaialılar biraz tuhaf mı acaba diye düşündüm.

Popy kocasıyla beraber balığa çıkıyordu

Popy ile hatıra fotoğrafı çektirdik
Sonra bütün tatil boyu yapmayı en sevdiğim şey olan siestamı eda edip yüzmeye gittim. Dedim ya deniz çok güzeldi. Bu ada da diğer bütün adalar gibi sahilinde tek sıra ağaç dikilmiş, ağaçlar ile deniz arasında kum veya çakıl sahili olan bir ada. Bu sistem harika. Ağaçlar gölge yapıyor ve şezlong, tesis falan olmayan adalarda halk ağaçların altına hasırını serip gölgede yatıyor. Üstelik dallar, yapraklar rüzgarla birlikte sallanıp serinlik de yapıyor. Bugüne kadar gezdiğim adalardan Rodos hariç tümünde bu sistem var. Kos’un da arkasında aynı düzen geçerli. Lipsi’de, Agathonisi’de, Patmos’ta, Fourni’de, Tilos, Halki, Kalymnos, Nisyros ve Leros’ta denize girerken bu ağaçların nimetinden faydalandım. Ne kadar basit aslında. Çok büyümeyen –türünü sormayın bu konuda bilgim sıfır- ve sık aralıkla dikilen ağaçlarla gölge işini hallediyorsunuz. Şemsiye koymaya gerek yok. Şezlong meselesi ve sahillerin halka açık olması konusu ile ilgili Yunan adalarından öğrenecek çok şey var. Sahillerin çok büyük bölümü anlattığım gibi sahiller. Arada başka koylarda veya aynı koyun çok az bölümünde oradaki restoran vb. için ayrılmış alanlar var. Orada şezlong, şemsiyeler konuluyor. Günlüğü 3-4 Euro’ya onlardan da faydalanabilirsiniz. Ama bu size bağlı, istemezseniz gitmezsiniz, hemen yanında yaygınızı, hasırınızı, varsa katlanır iskemlenizi koyup güneşlenip, denize girebilirsiniz. Kimse de size hop hemşerim burası bizim deniz, diyemez. Sahiller halkındır. Rodos, Kos gibi turistik ve büyük adalarda tesis daha çok gibi görünse de bu iki ada o kadar büyük ki yine de ezici çoğunluğu halka açık koylardan oluşuyor. Bodrum Belediyesi bu yaz kendine bağlı plajlarda o hijyenik olmayan plastik şezlongları kaldırdı, aynen Yunan adalarındaki gibi insanların yere hasırlarını sermesi için ortalığı boşalttı. Ama bizde sahillerde ağaç olmadığı için hasırdan şemsiyeler koydular. Çok da iyi oldu. Şezlong isteyen başka koylardaki ya da daha ilerideki “biiiçlere” gidebilir.


Sözünü ettiğim sahillerden biri. Bu bölüm ücretli, kalan bütün sahil ücretsiz. Ağaçlar da gölge ve serinlik yapıyor


Denize girip çıktıktan sonra beton iskelenin kara tarafındaki ouzeriye göz atayım dedim. Daha yeni açtıkları belliydi çünkü dedim ya daha sezon buralarda başlamamış. Astypalaia turistik bir ada sayılmaz. Yani diğerlerine göre demek istedim. Ulaşımı, bize yakın adalar kadar kolay değil. Gerçi havalimanı var ve eminim ki her gün Atina’dan ve diğer bazı büyük adalardan uçuş vardır. Yunanistan’ın tıkır tıkır çalışan feribotları da uğruyor ama yine bize yakın adalar veya Kikladlar gibi turistik adalara kıyasla çok az sefer var. Kos’a her gün iki üç büyük feribot uğrarken Astypalaia’ya biz oradayken hiç büyük feribot gelmedi ya da gece ben uyurken geldi gitti. Siyasi olarak, yani yönetim olarak On İki Adalara dahil olan Astypalaia aslında mimari olarak da, coğrafi olarak da tipik Kiklad adaları özelliği taşıyor. İnsanı da bizim sahile bakan adalardaki gibi sıcak kanlı, güleç, neşeli değil. Yüz yıllar boyu korsanların adası olmanın getirdiği bir özellik mi bilinmez ama durum bu. Bu arada ne On İki Ada olabilmiş ne Kiklad olabilmiş, arada kalmış bir ada. Her iki takım adalara da uzak, ortada, yalnız bir ada. Beni en çok etkileyen şey de bu yalnızlık duygusunun elle tutulurluğu oldu. Kışının nasıl olduğunu tahmin edebildim. Kış nüfusu 800-1.000 kişi arasıymış. Yazın 4.000’e çıkıyor dediler. Neyse, konuyu dağıtmayayım, nerede kalmıştım? Evet, Maltezena koyundaki ouzeriye bakayım diyordum. Çok sevimli, sahilde küçük bahçeli bir mekandı. Ekibe dedim ki ben önden gideyim, bir kadeh uzo söyliyeyim, hem etrafı kolaçan eder hem sahibiyle konuşurum. Yiyecek bir şeyler varsa, gözüm tutarsa size el sallarım gelirsiniz. Uzoyu söyledim, benden başka bir kişi daha vardı. Arka masada mekanın sahibi olan ailenin annesi ağacın gövdesini saracak bir hırka örüyordu. Oğlu ve aşçı ile tanıştım. Aşçı dediğim de genç, siyah önlüklü, master şef edalı biriydi ve menüyü sayarken işini zevkle yaptığını hissettiriyordu. Sezon başı olduğundan menüyü henüz bastıramamışlar, on defa özür dilediler. Koyda bir çok balıkçı vardı ve tabii ki balıklar taptazeydi. Gözüm tuttu, ekibe el salladım, geldiler. Son yıllarda yediğim en taze ve en güzel mezeleri, balıkları yedim. 




O yörenin keçilerinden yaptıkları peynir ile başladık ki ağızda bıraktığı tat ile koku çok iyiydi. Sonra dakos geldi. Derken babalarının yaptığı balıklı, domates soslu, nefis zeytinyağı ile sundukları bir meze geldi ama balığın adını unuttum. Sonra balık carpaccio diyebileceğim bir meze, yine o keçi peynirinin sıcak, sağanaki tarzı versiyonu ve sonunda bugüne kadar bu kadar lezzetlisini yemediğim barbun kızartmalar geldi. Hem çok yedim hem de sık yemediğim kızartmadan dolayı ertesi gün midem yanacak diye korktum. Hiç bir şey olmadı. Bodrum’un barbunu çok güzeldir. Nice güzel barbunlar yedim Bodrum’da fakat bu farklıydı. Hem lezzeti başkaydı hem de tabii kızartılan yağı. Bizden başka sonra bir çift geldi ne yediler görmedim ama muhtemelen o akşam yağ sadece bizim için kullanıldı. Gecenin sonunda o koyun gençleri geldiler, aile masasına oturdular. Bir iki laf da onlarla ettik. Uzolar açıldı, tatlılar ikram edildi.






Akşam gittiğimiz mekan


Şimdi söylemek istediklerim var. Birincisi, Ege’nin ortasında, turistik olmayan bir adanın bir koyunda mükemmel bir mekana denk geldik. Tuvaletleri tertemiz, basit ve çok yalın tasarımı olan tuvaletlerdi. Mutfak pırıl pırıl, etrafta yağ damlası yok. Aile işletmesiydi dedim, sanıyorum ki aşçı aileden değildi ama muhtemelen o adadandı. Hiç beklemediğim çeşitler sundular. Yediklerimizden aklımda kalanları yazdım zaten. Bizde ne oluyor peki? Bodrum merkezinden söz etmiyorum, benzer koyları düşünüyorum. Kalabalık olmayan koyları gözümün önüne getiriyorum. Mesela Karaincir, Akyarlar diyeceğim ama buralar bile şu söz ettiğim koydan daha büyük. Her neyse, buralarda gittiğiniz mekanların hepsi aynı şeyleri sunar. Haydari, çiçek dolması, patlıcan/biber kızartması, kalamar, varsa balık ve köfte, tavuk şiş. Tabii çiğ börek ve gözlemeciler de var. Akyarlar’daki bir iki balıkçıyı ayrı tutuyorum, onlar büyük mekanlar. Kıyaslamaya çalıştığım mekanlar sekiz on masalık yerler. Bizde kimse komşusundan daha farklı bir şey yapayım demiyor, akıl alır gibi değil. Aynı standart mezeler, aynı servis. Ege’nin ortasındaki adanın bir koyunda insanlar carpaccio, keçi peynirli mezeler, hiç görmediğim balıklı mezeler sunuyor. Bana kimse Bodrum’da balık carpaccio, ızgara keçi peyniri yiyebilirsin demesin. Tekrar ediyorum ama, merkezdeki adam başı 500 TL verilen yerlerle veya Yalıkavak marinadaki mekanlarla kıyaslamıyorum. Bildiğiniz köy sahilinden söz ediyorum. Daha acısı, aşağı yukarı aynı paraları veriyorsunuz. Bu yaz Euro çok arttığı için fiyatlar bizimle ancak kafa kafaya geldi. Geçen sezona kadar çok daha az para veriyorduk. Konu sezon kısalığıysa onlarda daha kısa. Yani üç ay çalışıyoruz bütün kış onu yiyoruz bahanesi bu kıyaslamada geçerli değil. Maliyetse, adalarda her şey daha pahalı, her şey anakaradan geliyor. Tek avantajları içki fiyatları. Altı yıldır lokantalarda 20’lik uzo –markasına göre- yedi ila on EU arası değişiyor. Hiç artmadı. Bizim paramız pul olduğu için bize maliyeti artıyor çünkü biz dünyanın ilk yirmi ekonomisi içindeyiz, Yunanlılar ise per perişanlar. İsteyen bununla övünebilir, ben asgari ücretle kaç şişe rakı alınacağına bakıyorum. Böyle bakınca Yunanistan cennet.

Bu sürpriz mekanda mükemmel yemekten sonra kırk adım atıp Glaros’a vardık. Sabah yürüyerek köyü keşfe çıktık. Zaten küçük bir köy fakat nasıl bakımlı ve temiz anlatılmaz. Burada fotoğraflarına yer veriyorum, fark edeceksinizdir. Ufacık mekanlar bile son derece özenli, temiz ve bir köy tümüyle bütünlük içinde. Evlerin hepsi beyaz, öyle granit, gri, sarı evler yok. Hepsinin bahçesi bakımlı. Açıkçası, imrenerek gezdiğim köyden ve koydan ayrılırken aklım arkada kaldı. 



Koya akşam çökerken


Koydaki yerleşim çok az. Her yer tertemiz, bakımlı








Kısa bir motor seyriyle iki gece üç gün kalacağımız ana limana geldik. Limanda yer bulduk, demirimizi koya bırakıp kıçtan kara bağlandık. Gelen görevliden elektrik aldık. Suyu da sabah ve akşam yarım saat verebileceğini söyledi. Adalarda su ciddi bir sorun. Tilos adasında sahilde duş yoktur mesela. Astypalaia’da baraj varmış, bu önemli. Ama yine de çok tasarruflu kullanıyorlar. Ben tekne sahibi olmadan önce de suyu çok dikkatli kullanırdım. Gençliğim İstanbul’un su kesintileriyle geçti. O dönemden kalma bir alışkanlıkla suyu düşüncesizce harcayana çok kızarım. Teknede suyu daha da özenle kullanmak gerekiyor. İki depom var, toplamda 300 lt ediyor. Ama dört kişi dikkatli kullanmaksak, alargada kaldığımızda suyumuz biterse felaket olur. O yüzden her bulduğum yerde depoyu tamamlıyorum.



Maltazena'dan ayrılırken 
Astypalaia'nın ana limanına girmeden öncesi


Liman çok sevimliydi. Gayet korunaklı bir konumda. Kıç tarafımızdaki yüksek mendirek bizi açık denizin havasından, dalgasından koruyordu. Mendirekin arkasında çok geniş bir beton rıhtım var, feribotlar ve büyük tekneler oraya yanaşıyor. Limanın içi tertemiz. Zaten tam karşımızdaki küçük kumsaldan denize giriyorduk. Adalılar siesta saatinde suya dalıp çıkıyor, eve uykuya çekiliyordu. Bir keresinde papazı gördüm, denizden çıktı, cübbesini giydi, havlusunu sırtına attı kilisesine gitti.

Teknenin pruvasından bakınca ada merkezinin tamamını görebiliyorsunuz. Tipik bir ada mimarisi karışada duruyor. Dar ve yokuşlu sokakalar Chora’ya çıkıyor. En tepede Venediklilerin yaptırdığı kale var. Limana demirledikten sonra teknede bir şeyler yedik öğlen güneşinin azalmasını bekledik. Bu arada ekip yüzmeye gitti ben siestaya çekildim. Akşam üzeri bir taksi çağırdık ve bizi yolun bittiği meydana çıkarıp bıraktı. Yel değirmenlerini solumuza alıp başladık tırmanmaya. O kadar güzel evler vardı ki fotoğraf çekmeye doyamadık. Ve merkezde de sokakta bir çöp parçası göremedik. O ara sokaklar bile tertemiz çünkü halk temiz ve yaşadıkları yere, adalarına iyi bakıyorlar. Temizlik imandan gelir lafı doğruysa o kastedilen iman başka bir iman çeşidi olmalı.

Glaros Astypalaia limanında


Liman içinde, karşıdaki ağaçların altında gölgelenip pırıl pırıl denizde yüzebiliyorsunuz




Kaleye vardığımızda manzara nefes kesti. Egenin kelebeğini (Adalarına Butterfly of Aegean diyorlar) yukarıdan görebildik. Adanın koylarının sayısı neredeyse Göcek koyları kadar. Haritadan belli oluyor zaten. Denizden keşfetmek için ideal bir ada. Maalesef yeterli zamanı ayıramadık. Toplam beş gece kaldık ama tamamını gördüğümüzü söyleyemem. Sadece fikir sahibi olduk bence. Şimdiden tekrar gelmeyi istiyorum. Kiklad adalarına gitme planım var, o seyirde gidişte veya dönüşte Astypalaia’ya uğrarım diyorum.


Kaleden görüntü


Limana bakış. Teknelerin karşısında küçük çakıllı sahil










Akşam kaleden güneşi uğurladıktan sonra dar sokaklardan kıvrıla kıvrıla sahile kadar yürüdük. Çıkarken taksi, inerken yürümek en akıllıcasıydı. 




Belediye binası





















Akşam yemek için yer ayırttığımız, Şebnem Hanım ve eşi Kosta’nın mekanına gittik. Şebnem Hanım’ı ve eşinin hikayesini bir yelken dergisinde okumuştum. Instagram’da hesapları olduğunu öğrenince takibe başladım. İlk fırsatta geleceğimizi yazdım, kendisi de misafir etmekten memnuniyet duyacaklarını aktarmıştı. Teknenin karşısındaki kumsalın sonuna doğru çok zevkli bir mekanları var. Adı Ouzeri Anastasia. Masalar kumsalda, karşınızda ışıklandırılmış kale ve Chora manzarası, uzo, güzel mezeler ve sohbet. E daha ne olsun? Masamıza oturduk, uzoları söyledik, küçük tabaklarda mezeleri sırayla getiriyorlar. Siz eğer istemediğiniz varsa söylüyorsunuz. İyi bir yöntem. Böylece gündüzden menü hazırlanıyor, akşam herkes aynı anda ızgara istediğinde yaşanan karmaşa olmuyor. Dolayısıyla karı-koca mekanı rahatlıkla çevirebiliyorlar. Hikayelerini anlattılar, çok güzel bir hikaye ama şimdi ben burada anlatmayayım. Siz gidince kendilerinden dinlersiniz. Beş yıldır Mayıs-Kasım arası Astypalaia’da, kalan zamanlarda ise Köyceğiz’de yaşıyorlarmış. Kostas tam bir enişte olmuş, Türkçesi harika. Bu arada dünyanın küçük olduğuna bir kere daha şahit olduk. Şebnem Hanım ile ben ve kardeşim Sena seksenlerde, Fenerbahçe’de aynı sokakta oturmuşuz. Bir çok ortak tanıdık insan ve mekan çıktı haliyle. Gece tsipuro ikramıyla sona erdi. Güzel bir akşamdı, aklımda kalacak gecelerden biriydi.


Anastasia Ouzeri'de akşam hali

Şebnem Hanım ve eşi Kostas enişte


Ertesi günü, tabiri caizse pinekleyerek geçirdim. Tatilde en dinlendiğim gündü diyebilirim. Biraz yüzmeye gittim, onun dışında kafede oturdum, teknede siestaya çekildim. Adanın bunaltmayan mükemmel havasında terlemeden günü geçirmek harikaydı. Ertesi akşamı Glaros’ta yiyerek geçirdik. Sabah kahvaltıdan sonra Chora’yı arka taraftan gören koya demirledik. Günü ve geceyi burada alargada geçirmeyi planlamıştık. Koy çok güzeldi, demir tutuşu çok iyiydi, kuzeye dönen rüzgara kapalıydı, çok rahat ettik. Botla sahile çıkıp biraz yürüdük. Yanıma telefonu almadığıma pişman oldum çünkü burası benim çok sevdiğim Ovabükü’ne hayli benziyordu. Ama çok daha temizi, düzenlisi, bakımlısı. Burada da daha önce anlattığım gibi sık ağaçlar dikilmiş, yine aynı şekilde sahilde isteyen yatıp güneşlenebiliyor. Bir kaç restoran, iki bakkal, bir iki de apart ve motel vardı. Burası da daha tam sezon başlamadığından çok faal değildi, dolayısıyla sessizdi. Biz koya girdikten biraz sonra bir Fransız çift tekneleriyle geldiler. Derken İzmir limanına bağlı, güzel ve bizden hayli büyük, bakımlı bir Türk yelkenli teknesi geldi. Botla yanımızdan geçerlerken selamlaştık. Denize girip çıktık, adadaki son akşamımızı sakin geçirdik. Gece yıldızları seyrettik, denizi dinledik, iyot soluduk. Sonra göz kapakları uykuya daha fazla direnemedi. On günlük seyahatimizde bir akşam saat gece 01 civarı yattık sanırım. Diğer geceler 23-24 arası yatıyorduk. Bu da tam bir dinlenme oldu. İki defa 40 bir defa 22, bir defa da 17 millik seyirler yaptık. Kırk milliklerin sonunda iki kadeh uzo da içince pestil gibi oluyordum.


Livadia koyu





Ve derken sabah oldu ve yine uzun bir seyir bizi bekliyordu. Bu sefer rotamız Nisyros’tu ve rüzgar da vardı, yelken yapacağımız için keyifliydim. Erkenden demirimizi topladık, yine seyir sırasında sandviç ve çaydan oluşan kahvaltımızı yiye yiye rotamıza girdik.

Astypalaia bende çok iyi duygular bırakan bir ada oldu. Dediğim gibi, adanın yalnızlığını hissettim ve yalnızlığı çok sevdiğim için de adayı kendime çok yakın buldum. Benim kalabalıklarla ve seçmediğim insanlarla bir arada olmaktan kaçmak gibi bir derdim var. Bu durum önceleri bu kadar baskın değildi. İstanbullu hayatımda kırklı yaşlarıma kadar çok sosyal, hatta bayağı hızlı yaşantım vardı. Gecede bir kaç mekan gezip, gece üçlerde eve giren biriydim. Sonraları bu azaldı tabii. Derken kalabalıklara ve insanların tavırlarına takılmaya başladım. Yavaş yavaş kendimi o hayattan çektim. Derken bu kalabalıklar, hoyratlıklar, nezaketsiz güruhlar çok sık karşıma çıkmaya başladı. İstanbul’un değişmeye başladığı 2000’lerin başından söz ediyorum. Kendi gettomda yaşayacak halim yok dedim İstanbul’dan ayrıldım. Bodrum bana çok iyi geldi. Derken burası da kalabalıklaşmaya başladı. Evet neyse ki İstanbul’daki gibi bir durumdan söz edemem, edersem haksızlık olur ama yazın burada da hoyrat, terbiye yoksunu magandalar ile karşılaşıyorum. Mesela gittiği mekanda cep telefonundan bağıra bağıra görüntülü konuşan görgüsüzler. Siz sakin sakin otururken yanınızda cep telefonunda müzik, film açanlar falan. İşte bunlardan kaçmak için son bulduğum çare tekne oldu. Hiç olmazsa adalara gidip medeni insanlarla bir arada olabiliyorum. Ne telefonundan yüksek sesle müzik dinleyen, ne de mekanlarda ağlayan şımarık çocuklar karşıma çıkıyor. Adalara gitmediğimizde de Gökova’nın bir koyuna sığınıyoruz, koya maganda bir motor yat gelmesin diye dua ediyoruz. Genellikle gelmiyorlar neyse ki. Onlar daha çok Göcek tarafındaymış, öyle diyorlar. Yazın Leros’a gitmeme nedenim de bizim bu görgüsüz, ütüye benzeyen motor yatlar.













Derken ana limanda Popy ile tekrar karşılaştık. Balıkları satmaya gelmişlerdi

Sonuç olarak Astypalaialılar böyle uzakta, kendi içlerinde hayatlarını kurgulamış, yaşayıp gidiyorlar. Lüks bir şey olmamasını çok seviyorum. Lüks restoran, lüks otel vs yok. Her şey kararında, temiz ve yeterince. Mekanlar özenli. Astypalaia da böyle bir ada. Limanda küçük bir hediyelikçisi var mesela, çok güzel ve oldukça özgün işler satıyorlar. Başka bir hediyelikçi yok. Bizde olduğu gibi hemen yanına aynı malları satan bir hediyelikçi açmamış kimse. Bakın bu çok şaştığım bir konu. Bodrum’da Tepecik camiinin olduğu bölgede belediye standlar açılmasına izin verdi. Bugün baktım, yan yana yedi tane deniz kabuğundan yapılma hediyelikler, sünger satan stant var. Yahu bire bir aynı ürünleri satıyorlar. Yan yanalar. Biriniz de başka bir şey satsın. Ne bileyim camdan hediyelikler satsın. Ama hayır. Bizde hep böyledir. Eskiden video dükkanları vardı, video kaset kiralarlardı. Bu iş bir tuttu, her sokakta yan yana üç beş videocu açıldı. Sonra ne oldu? Hep birlikte battılar. Bu aralar da lokmacılar açılıp duruyor mesela. Bu yaz sonu kapanan lokmacıları görürüz herhalde.

Neyse nereden nereye getirdim lafı. Astypalaia’dan ayrıldık ve bu yazının sonu geldi. Bir sonraki yazı Nisyros’u ve Kos’u anlatırım. Daha önce diğer bloğumda da bu blogda da iki adayı yazmıştım, bu sefer çok detaya girmeden anlatacağım. Bir de rica edilen bir konu var, o da giriş/çıkış işlemleri ve bunların ücretleri. Bunları da ekleyerek üç yazılık seriyi bitiririm.



Mavilikler sizinle olsun, hayatınız mavileşsin...

Yorumlar

Popüler Yayınlar